25 Temmuz 2014 Cuma

UMUT IŞIĞIM

UMUT IŞIĞIM (THE SILVER LININGS PLAYBOOK)

 

İMDB PUANI: 7,9
 
 


 Jennifer Shrader Lawrence (d. 15 Ağustos 1990), Oscar, Altın Küre, SAG sahibi ABD'li aktris. Kariyerindeki en bilinen rolleri Silver Linings Playbook filmindeki Tiffany Maxwell ve Açlık Oyunları filmindeki Katniss Everdeen'dir. En İyi Kadın Oyuncu Oscarı'nı kazanan en genç 2. kişidir.

  Silver Linings Playbook bağımsız bir film olmasına rağmen gişede 200 milyon dolardan daha fazla kazanmıştır aynı zamanda Rotten Tomatoes'ta %92'lik olumlu eleştiri almıştır. Jennifer Lawrence bu filmdeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscarı'nı kazanmıştır. Aynı zamanda bu filmdeki rolü Lawrence'a Altın Küre, SAG ve bağımsız filmlere verilen Bağımsız Ruh Ödülü getirmiştir.



 


Bradley Cooper (d. 5 Ocak 1975; Philadelphia, Pennsylvania), ABD'li tiyatro, dizi ve sinema oyuncusu. Alias dizisindeki rolü tanınmasını sağladı. Cooper ayrıca Wedding Crashers (2005), Yes Man (2008), He's Just Not That into You (2009), The Hangover (2009), The A-Team (2010), Limitless (2011), ve Silver Linings Playbook filmlerinde önemli rollerde yer aldı. Silver Linings Playbook filmindeki rolü ile 2011 Altın Küre ödülüne aday gösterildi. People dergisi tarafından yaşayan en seksi erkek seçildi.


 


 

 

Robert De Niro                   Jacki Weaver

 


 Eski bir tarih öğretmeni olan Pat Salitano (Bradley Cooper), yaşamında değer verdiği her şeyi bir günde yitirmiş bir adamdır. yaşadığı ciddi bir travma sonrası patlar ve ardından mahkeme kararı ile 8 ay rehabilitasyon merkezinde tedavi görür. Çıktıktan sonra hayatını düzene koymak şartıyla ailesinin evine geri yerleşen Pat'in yegane amacı düzgün bir adam olup, işini geri almak ve karısı Vicky'yi bu sayede geri kazanmaktır.
Fakat durum Pat için sandığından daha zor olacaktır. Bir yemekte, aile dostu Tiffany ile karşılaşan Pat, genç kadınla eski eşine ulaşmak amacıyla yakınlaşır. Bir 'iyilik' karşılığı Pat'e yardım teklif eden Tiffany, her ikisi içinde umut ışığı olacak yeni bir kapı açacaktır...
Uyarlama senaryosunu ve yönetmenliğini David O. Russell'ın üstlendiği film dram ve komedinin iç içe geçtiği bir film. Dünya prömiyerini 2012 Toronto Film Festivali'nde yapan film, gösterildiği her festivalde seyirci ve eleştirmenlerden yüksek not alan favori bir yapım. 


Tamam kabul sıradan bir film diyemem sıkmadı da ama bu kadarını hakediyor mu şüpheliyim.

 


LIFE of PI (pi nin yaşamı)

Life of Pi


  

imdb puanı: 8,1

  


 


 


  


  


  

 





 


  


 


  


 


 


 


 


 


 


Hindistan’dan Kanada’ya giden bir yük gemisi, içindeki hemen hemen tüm canlılarla birlikte trajik şekilde batar. Bir can kurtaran filikası, uçsuz bucaksız vahşi Pasifik Okyanusu'nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı ise bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Richard Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pi adlı 16 yaşında Hintli bir çocuktan oluşmaktadır. Pi'nin hayvanat bahçesi işleten ve hayvanlarıyla göç yoluna koyulan ailesi, batan gemide yaşamını kaybetmiştir.
Pi, kurtuluş yok gibi görünen bu okyanusta zayıf bir sandalda yanındaki hayvanlarla birlikte hayatta kalma savaşı verir ve keskin zekası ve zooloji bilgisiyle besin zincirine kurban gitmez. Ama şimdi Bengal Kaplanı ile teknede baş başa kalmıştır. Dev kaplana yem olmamak için hayvanla anlaşmanın ve yakınlaşmanın yollarını bulur. Sıra dışı yolculuk sona ermeden büyülü bir adaya varacaktır...
Oscarlı sinemacı Ang Lee'nin yönetmenliğinde sıra dışı bir öykü sunan filmin kadrosu ise oldukça renkli. Daha önce oyunculuk deneyimi bulunmayan Suraj Sharma'nın Pi'yi canlandırdığı yapımda, ayrıca Tobey Maguire, Irrfan Khan, Adil Hussain rol alıyor.



4 Dalda Oscar heykelciğini havaya kaldıran “Life Of Pi” her bir karesi, duvarları süsleyecek kadar güzel tablolardan oluşan, büyüleyici bir resim sergisini andırıyor. Sıradışı hikayesinin yanı sıra görsel açıdan sinema seyircisini fazlası ile doyuruyor. Bu yüzden kesinlikle sinemada izlenmeli, bu emek çük ekranlarda heba edilmemeli. Son dönemlerde konu sıkıntısı çeken sinema sektörünün kurtarıcısı olan edebiyat dünyası, bu filmin de yaşam kaynağı olmuş. Kanadalı Yazar Yarın Martel’in, film ile aynı ismi taşıyan kitabından uyarlanan Life Of Pi, Brokeback Mountain, Kaplan ve Ejderha gibi Oscar’lı filmlerin Çinli Yönetmeni Ang Lee’nin usta Yönetmenliği ile beyazperdede hayat buluyor ve gerçek bir 7.sanat şaheseri olarak karşımıza çıkıyor. Tek kişilik oyuncu performansları bazı filmleri sıkıcı hale getirebiliyor, bu filmin avantajı ise hikayenin duraksadığı bölümlerde kendinizi muhteşem görsel efektleri, ağzınız açık seyrederken buluyorsunuz. Taking Woodstock (Özgür Woodstock) filminde Ang Lee’nin uçuk hayal gücüne birkaç sahnede tanık olmuştuk. Bu filmde de özellikle Pi’nin Bengal Kaplanının nereye baktığını merak ettiği sahnede balıklardan, hayvanat bahçesine, ordan geride bıraktığı kız arkadaşına ve batan gemiye kadar uzanan halüsülasyonlar, ünlü yönetmenin keyif verici maddeler kullandığının şahidi adeta. Adam uçmuş diyorsunuz.
Bengal Kaplanı (Richard Parker) ile başrolü paylaşan hintli aktör Suraj Sharma’nın ilk filmi olmasından mütevellit vasatı geçemiyor. Buda Boolywood sinemasındaki abartılı oyunculuklardan zaman zaman esintiler sunmasından ötürü olsa gerek, pek kanımız ısınamadı ve animasyon kaplanın gerçekçiliğinin gölgesinde kaldı. Genelde hayvan ve insanın irtibatta olduğu filmlerde, hayvanlar insani duygulara meyil etmeye başlar film ilerledikçe, La Fontaine masallarına doğru yol alır. Bu filmin bir güzel yanıda, Richard Parker (İngiliz sol bek ismi gibi bu arada) kaplan gibi kaplan olarak tüm film delikanlılığını koruyor. Film hikaye açısından Cast Away gibi doğayla baş etmeye çalışan insanoğlu mantığında gözüksede, hikayenin altında yatan metaforlar ve kaplan, canlıları yiyen asit adası, ayağı kırık zebra, sırtlan, anne orangutan ve asit adasındaki mirketlerin altında yatan sembollere kafa yorunca film bittikten sonra dahi düşünmeye, yeni metaforlar bulmaya devam ediyorsunuz. Filmin sonunda Pi’nin anlattığı hikayede izleyiciye bak bir de buna inanabilirsin sana alternatifte veriyorum diyor.

Beyazperde de bir izleyici yorumu bu paylaştığım. Her kelimesine katılıyorum.

MARY AND MAX



MARY and MAX

  
 


imdb puanı: 8,2


  


  


 


 


  


 


  


 


   


 


   


  


 


  


 


 Mary, Avustralya'nın kenar mahallerinden birinde yaşayan, sorumsuz ve yoksul bir aileye sahip olan, sekiz yaşındaki yalnız bir kız çocuğudur. Küçük kızın konuşabildiği tek kişi mektuplaştığı Avustralyalı bir savaş gazisidir. Postaneye gittiği bir gün şans eseri bir New York adres rehberi görür. Rehberi karıştıran Mary, New York'ta yaşayan Max Jerry Horowitz isimli bir adama mektup yazmaya başlar. Max, Manhattan'daki dairesinde yalnız yaşayan, ruhsal problemleri olan asosyal ve obez bir adamdır. 44 yaşındaki Max, Mary'nin mektubunu alır ve cevap yazmaya koyulur. Aralarında gelişen dostluk hayat hakkında acı ve tatlı gerçeklikleri beyaz perdeye sevimli ve dokunaklı bir şekilde yansıtır.
Animasyon sinemasının en önemli eserlerinden biri olan Mary and Max, genç yönetmen Adam Elliot'un ilk uzun metrajıdır. 


Eğer benim kişisel fikrime gelecek olursak tek kelime ile mükemmel hem karakterler hem hikaye, renkler tasarım herşey harikaa... Ayrıca bu bir yetişkin animasyonu dikkatinizi cekeyim yer yer agır felsefe ve bilgelik barındırıyor.

BLACK SWAN (SİYAH KUĞU)

BLACK SWAN (SİYAH KUĞU)

                               


 


 


 


   



İMDB PUANI:8,0


New York’ta yaşayan Nina genç ve yetenekli bir balerindir. Hayatının tamamını kapsayan dans en büyük tutkusu, yaşam amacıdır. Nina, eski bir balerin olan ve kızına sürekli dans konusunda hırs aşılayan annesi ile birlikte kalıyordur. Kuğu Gölü balesini sahneye koyan bale yönetmeni Thomas Leroy, yeni sezonda Beyaz Kuğu'yu canlandıran baş balerini değiştirmeye karar ve ilk terci olarak da Nina'yı görür.

Yönetmen zarif, masum ve saf Beyaz Kuğu ile kötülüğün, şehvetin ve bilinmezliği temsilcisi Siyah Kuğu'yu aynı anda canlandırabilecek bir balerin arıyordur. Nina bunu gerçekleştirebilmek için elinden geleni yapsa da, bu rol için başka bir rakini daha vardır ve o da yönetmen Leroy'u etkilemeyi başarmıştır. Beyaz Kuğu rolünde harikalar yaratan Nina ne kadar çok çalışırsa çalışsın içindeki Siyah Kuğu'yu ortaya çıkaramıyordur. Fakat rakibi Lily Siyah Kuğu performansında Nina'dan çok daha iyidir. İki genç balerin arasındaki rekabet ilginç bir dostluğa dönüşürken Nina da kendi karanlık tarafıyla yüzleşmeye başlamıştır. Bu yüzleşme her ne kadar onu mahvedebilecek türden bir kayıtsızlığa dönüşse bile... 


Siyah Kuğu (İngilizce özgün adı Black Swan), Darren Aronofsky'nin yönettiği, Natalie Portman, Vincent Cassel ve Mila Kunis'in oynadığı 2010 yapımı Amerikan psikolojik gerilim filmi.Hikâye, Tchaikovsky'nin Kuğu Gölü bale gösterisi etrafında dönüyor.Gösterinin, masum Beyaz Kuğu ve şehvetli Siyah Kuğu rollerinin ikisini de canlandıracak bir balerine ihtiyacı vardır.Bir dansçı, Nina (Portman), Beyaz Kuğu için mükemmel bir seçim iken Lily (Kunis) ise Siyah Kuğu'nun kişiliğine sahiptir.Lilly ve Nina rekabete girdiğinde Nina kendisinin karanlık yanını keşfeder.
Gerçek bir yaşam öyküsününden alınan film, 1 Eylül 2010 tarihinde, 67. Venedik Uluslararası Film Festivali'nin açılış filmi olarak gösterildi.3 Aralık 2010 tarihinde sınırlı; 17 Aralık 2010 tarihinde ise ABD'de yurtçapında vizyona girmiştir.Türkiye'de ise 25 Şubat 2011 tarihnde vizyona girmiştir.
Natalie Portman bu flmiyle ilk Akademi Ödülü'nü almıştır. 



24 Temmuz 2014 Perşembe

BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ

BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ (THE GRAND BUDAPEST HOTEL)

  


imdb puanı : 8,2


 


 


 
 


  


 


 20. yüzyılın başlarında iki savaş arasındaki dönemde geçen hikayede, Avrupa'nın hayali Zubrowka şehrinde bulunan Büyük Budapeşte Oteli'nin ihtişamlı dönemine tanık oluyoruz. Gustave H, otelin işleyişini büyük bir profesyonellikle idare eden, müşterilerini dahi en ince ayrıntılarına kadar tanıyan bir konsiyerj görevlisidir. Bir gün otele bellboy ve komi görevlisi olarak Zero Mustafa adında genç bir adam gelir ve kısa zamanda aralarında yakın bir arkadaşlık başlar. İkili birbirlerinin sırdaşı olurken yaşadıkları şehir de büyük bir savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu esnada Gustave'ın yaşlı sevgilisi Madame D. esrarengiz bir şekilde hayata veda eder, ikili Madame D.'ye veda etmek için yola çıkar. Bir asilzade olan Madame D.'nin şatosuna vardıklarında miras bölüşümünün yapıldığı toplantıya denk gelirler. Madame D., Gustave'a miras olarak paha biçilmez bir Rönesans tablosu bırakmıştır ve bunun açıklanmasıyla aile içerisinde büyük bir karmaşa çıkar. Bu andan itibaren belalarla dolu bir maceraya atılan Gustave ve Zero, gerçeklerin peşinde koşarken dışarıda da bir çağ değişmektedir…
Wes Anderson'ın Moonrise Kingdom filminden sonraki yeni çalışması olan filmin bol yıldızlı kadrosunda Ralph Fiennes, Saoirse Ronan, Bill Murray, Jude Law, Edward Norton, Léa Seydoux ve Owen Wilson gibi isimler yer alıyor.


 BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ


 
Masalsı dünyada polisiye lezzeti...
Ali Ulvi Uyanık
Wes Anderson, yedi uzun metrajlı film çekti. Sinemalarımızda gösterime giren, "Çılgın Liseliler" (Rushmore), "Tenenbaum Ailesi" ( The Royal Tenenbaums), "Suda Yaşam" (The Life Aquatic with Steve Zissou) ile "Moonrise Kingdom"da, düzenli olanla uzlaşmazlık ve sorunlu aile kurumuna uyumsuzluk, karakterleri içsel çalkantılara sürüklüyordu. Uzlaşmazlık ve uyumsuzluk gözde temaları olan Anderson, animasyonla da (Fantastic Mr. Fox) perçinlediği ironiye dayalı hikâye anlatma deneyimlerindeki ince işçiliği öyle bir noktaya getirdi ki, sekizinci çalışması "Büyük Budapeşte Oteli"nin kıvrımları içinde kaybolarak büyülü bir yolculuğa çıkabilirsiniz.   
"Büyük Budapeşte Oteli"nin (The Grand Budapest Hotel) hikayesinin ana yapısını oluşturan olaylar 1932 yılında geçmekte: Tam da, gizemli ve yoğun kişiliğiyle perdeden seyircileri büyüleyen Greta Garbo ve MGM'in yıldızlarının buluştuğu film "Grand Hotel"in (Berlin'de bir otel) çekildiği tarihte! Anderson, tarihin ve sinemanın, en esrarengiz, çekici, ışıltılı, şatafatlı,gösterişli, şehvetli aşk ve casusluk hikayelerine ev sahipliği yapmış Orta Avrupa kentlerinin / otellerinin cazibesinin, iki büyük savaş arasında yükseldiğini bildiği için uygun bir yıl seçmiş. Sonra hikayesini, gerçekliğin katılığına mahkum etmemek, kurduğu özel dünyayı belirgin sembollerle, karakter ve yer isimleriyle bozmamak için hayali bir yer yaratmış: Zubrowka Cumhuriyeti mesela (Żubrówka, Polonya kökenli bir votka aslında). Evet, Budapeşte ama Orta Avrupa'yı simgelediği için; kentle ilgisi yok!
Otelin, özellikle zengin, yaşlı, tesadüfen tümü sarışın yaşlı hanımefendi misafirlerine 'her tür' hizmeti veren ve işini tam bir soylulukla yürüten concierge şefi M.Gustave (Ralph Fiennes) ile üçüncü dünyadan gelmiş bir göçmen olan lobi görevlisi genç "Zero"(Sıfır) arasında başlayıp gelişen ilişkinin ekseninde ilerliyoruz. Anderson, Hugo Guinness ile yazdığı senaryoda Stefan Zweig'in çalışmalarından faydalanmış.
Kimdir Zweig? Avusturyalı, Yahudi asıllı roman-oyun yazarı ve gazeteci. 1881 doğumlu yazar, Rio de Janeiro'da, 1942 yılında, Avrupa'daki Hitler egemenliğinin süreceği karamsarlığı içinde karısı ile birlikte intihar etti. Anderson, Gustave ile Zero'nun, otelin gizli sahibi olan ve ara sıra kalmaya gelen 84 yaşındaki Madam D.'nin kendi malikanesinde ölmesinden (öldürülmesinden) sonra sürüklendikleri polisiye öyküde, yaklaşan tehlikeyi ve bu karanlığı sürekli hissettiriyor. Fakat öyle bir alaycı ton oluşturuyor ki, ikilinin son derece insani ve eğlenceli hikayesi, bu karanlığa asla teslim olmuyor; yitip gitmiyor. Anderson, fizik / kimya kurallarını esnettiği ve bazı planlarda porselen bebek evleri gibi kurduğu dünyada, Gustave  ile Sıfır'ın temsil ettikleri, saflık, azim, biraz da zekayla, tüm berbat düşüncelerin ve entrikaların alt edilebileceği iyimserliğini koruyor.
Yönetmenle "Moonrise Kingdom"da da çalışan ve "12 Yıllık Esaret" (12 Years a Slave) ile kendi dalında Oscar adayı olan Adam Stockhausen'ın, yine 3 kez Oscar adayı olmuş set dekorasyoncusu Anna Pinnock ve Stephan O.Gessler liderliğindeki sanat yönetimiyle işbirliği yaparak imza attığı, görsel etkilerle desteklenen yapım tasarımı, seyirciyi ele geçiriyor. Avrupa resminden- heykelinden beslenen, bazı planlarda modern sanattan çizgilerle renkleri anımsatan, birtakım anlarda ise bir tablonun ya da oyuncakçı dükkanının rafları arasında dolaşıyormuşsunuz hissiyatını veren, binlerce objenin olduğu komplike bir iş. Bu çalışma,"Büyük Budapeşte Oteli"nin dünyasını oluşturuyor; hikaye de bu dünya içinde geçtiği için anlam kazanıyor.Film, aynı zamanda, Anderson'ın filmlerini değerli kılan unsurların özünü içerip, sinemada hikaye anlatmanın yüksek sanata nasıl dönüştürülebildiğinin dersini veriyor.
Ralph Fiennes! Hoş zaafları olan Gustave'da, bugünlerde sık sık tartıştığımız 'insan olmak'a dair erdemleri, nüanslı bir oyunculukla anımsatıyor. Karşısında Sıfır'ı oynayan 1996 doğumlu Tony Revolori'nin ustalık derecesindeki performansı da -itiraf edelim- şaşırtıyor. Ve kıymetli / ünlü yaklaşık iki düzine oyuncu, bazıları iki - üç planda bile oynasa bile, belli ki koşa koşa gelmiş ve bu görsel lezzette yerlerini almış bulunuyorlar.



2013 Berlin Jüri Büyük Ödülü 

Bu yıl Berlinale’nin açılışını yapan Wes Anderson’ın yeni filmi, bizi 20. yüzyıl tarihinden referanslarla dolu hayali bir dünyaya sokuyor ve Orta Avrupa’da efsane bir otelin hikâyesini anlatıyor. Büyük Budapeşte Oteli’ne yıllar önce belboyluk göreviyle giren ve daha sonra otelin sahibi olan Zero Mustafa bu süreci anlatırken, son derece eğlenceli bir polisiyenin içinde buluyoruz kendimizi. İrili ufaklı rollerde sayısız ünlünün gözüktüğü bu benzersiz masal, belki de Wes Anderson’ın şu güne kadarki en görkemli ve en iddialı filmi. Üstelik Anderson daha büyük bir projeye kalkışmış olsa da bildik tarzından ödün vermemiş.