17 Ağustos 2014 Pazar
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Les Emofits Anonymes(İsimsiz Romantikler)
Les Emofits Anonymes(İsimsiz Romantikler)

Paris’te bir çikolata imalathanesi çalıştıran Benoît çikolata yapımında
yetenekli olan İsabelle’i işe alır. inanılmaz asosyal ve utangaç olan
aynı zamanda farklı psikolog ve terapistlerden yardım alan İsabelle ile
aralarındaki iş ilişkisi ilerler ve bu ikili birbirine aşık olur.










8 Ağustos 2014 Cuma
INTO THE WILD
INTO THE WILD
en yüksek bi puan izlemeyen kalmasın...
Into the Wild, bir metropolden vahşi hayata, kirlilikten saflığa ve
temizliğe dönüş hikayesidir. Önemli bir üniversiteden dereceyle mezun
olan Christopher aynı zaman başarılı bir atlettir de. Mezuniyet sonrası
verilen bir davette ailesine istediği hayatın bu olmadığını, bir
şeylerin eksik ve yanlış olduğunu söyler. Genç adam tüm mal varlığını
hayır kurumuna bağışlayıp sahip olduğu her şeyi evinde bırakarak
bambaşka bir hayata doğru uzun bir yolculuğa çıkar. Alaska’nın ıssız
ormanlarında sona eren bu yolculuk esnasında ve sonrasında Christopher,
hayatını kökünden değiştirecek bazı kişilerle tanışarak, hayatın
anlamını ve ölümün kaçınılmazlığını en sert haliyle deneyimleyecektir.
Ünlü oyuncu Sean Penn'in yönetmenliğini üstlendiği, iki dalda OScar'a aday gösterilen filmin başrollerinde Emile Hirsch ve Vince Vaughn bulunuyor.
Ünlü oyuncu Sean Penn'in yönetmenliğini üstlendiği, iki dalda OScar'a aday gösterilen filmin başrollerinde Emile Hirsch ve Vince Vaughn bulunuyor.















Into The Wild
Oktay Ege Kozak
Hepimiz nasıl bir yaşama sahip olursak olalım, en az bir kez içinde
bulunduğumuz yaşamın stresine dayanamayıp olabildiğince uzaklara
kaçmayı, doğa ile bir yaşamayı hayal etmişizdir. Sonuçta şehirlerimize,
bilgisayarlarımıza ve cep telefonlarımıza ne kadar bağlı olursak olalım,
milyonlarca yıl doğa ile bire bir yaşamış bir yaşam türünün
torunlarıyız. Ve başkaları ne kadar nasıl bir yaşama sahip olmamız
gerektiğini öngörse bile, bir insan olarak her zaman değişik seçimlere
sahip olduğumuzu bilmemiz önemli. İstemediğin bir okula gidip, nefret
edeceğin bir işte bütün yaşamın boyunca köle gibi çalışmak mı, veya her
şeyi geride bırakıp doğa ile beraber yaşayıp her gün temiz havayı
ciğerlerine çekmek mi? Seçim ilk bakışta basit gibi.Oktay Ege Kozak
Into The Wild'ın öznesi Christopher McCandless (Emile Hirsch), bu ikinci seçimde bulunuyor ve üniversiteden mezun olduktan hemen sonra iş, aile ve sorumluluk gibi ağırlıkları geride bırakıyor. Bütün parasını yakıyor ve Alaska'da doğa ile bire bir yaşamak için yola koyuluyor. Jon Krakauer'ın McCandless'ın gerçek yolculuğunu anlattığı aynı isimli kitabı okumuş, veya hikayeyi biraz bilen okuyucu, bu yolculuğun sonunu biliyordur zaten. Sean Penn'in uyarlayıp yönettiği film versiyonu ise yolun sonundan çok yolculuğun kendisi üzerine odaklanıyor.
McCandless, uzun yolculuğu boyunca sayısız macera ve her türden insan ile karşılaşıyor. Grand Canyon'da river rafting yapıyor, doğayı kendine ev ediniyor, orta yaşlı bir hippi çift ve özellikle yaşlı yanlız bir adamla unutulmaz birer ilişki kuruyor. Fakat McCandless'ın bu muhteşem yolculuğunun yanında geride bıraktığı ailesinin çektiği acı hakkında bir kaç küçük sahne haricinde pek bir bilgiye sahip olmuyoruz. McCandless, iki yıllık yolculuğu boyunca bir kez bile ebeveynleri ve en önemlisi her şeyden çok sevdiğine inandığımız kız kardeşi ile haberleşmiyor.
Sean Penn'in, Krakauer'ın kitabından, ve özellikle McCandless'ın yaşam ve cesaret dolu ruhundan çok etkilendiği ortada. Ve Into The Wild'ın en büyük problemi buradan kaynaklanıyor. Film boyunca McCandless'ı neredeyse azizimsi pozisyonlarda görüyoruz (Çarmıha gerilmiş İsa pozunda nehirde kaydığı çekim mesela). McCandless ile karşılaşan herkes ondan çok etkileniyor ve onun yaşamında ilham buluyor. Herkes ya ondan ayrılmak istemiyor, ya ona aşık oluyor, ya da onu evlat edinmek istiyor. Biraz sinik bir bakış açısı getirdiğimin farkındayım, ama eminim ki iki yıl boyunca McCandless'dan etkilenmemiş, hatta hiç bir uyarı olmadan ailesini terk ettiği için ona sorumsuz bir velet muamelesi yapmış biri olmuştur mutlaka.
Into The Wild, aklıma hemen bir kaç sene öncenin muhteşem Werner Herzog belgeseli Grizzly Man'i hatırlattı. İki film de yaşamlarını geride bırakıp doğa ile bire bir varolmayı seçen genç birer erkek ile ilgili. Herzog, Grizzly Man ile öznesi Timothy Treadwell'in cesareti ve tutkusunu ne kadar övse de, verdiği bazı kararların tehlikesi ve sorumsuzluğu üzerine de değinerek daha objektif bir bakış açısı sunuyor. Penn ise bu ince değneğin sadece bir kısmına odaklanarak bir incelemeden çok McCandless'ın sonsuz cesaret ve yaşam dolu ruhunu savunduğu bir tez sunuyor.
İşte bu sebepten dolayı Into The Wild'ı izledikten hemen sonra filmden neredeyse nefret ettiğimi, kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşündüğümü itiraf etmeliyim. Fakat zaman ilerledikçe film hakkındaki negatif hislerim giderek azaldı. Filmi bir kez daha ziyaret ettiğimde daha ılık bir tepkiyle yaklaşabildim. Bazı anlatım seçimlerinde kişisel olarak hissettiğim kusurlara rağmen Into The Wild, teknik bakımdan neredeyse kusursuz.
Ana karakteri gibi filmin sinematografisi, doğanın olabilecek en "doğal" güzelliğini yakalamak amacında. Ve bu yolda McCandless kadar başarılı oluyor. Filmin oyuncu kadrosu, bir yanlış seçim dışında (Tek notalı genç hippi kız rolünde Kristen Stewart) baştan sona sağlam. Özellikle kısa rolüyle Oscar'a aday olan Hal Holbrook, ailesini bir trafik kazasında kaybetmiş eski asker Ron Franz ile filmin duygu yüklü üçüncü perdesine hakim oluyor.
Into The Wild, ayrıca senenin en iyi müziklerine sahip. Pearl Jam solisti Eddie Vedder'in filme özel yazdığı şarkıların her biri sakin ve ilham veren doğa görüntülerine mükemmel bir biçimde eşlik ediyor. Çoğunluk tarafından yere göğe sığdırılamamış, benim tarafımdan ilk başta zayıf not almış, şimdi ise geçer not alan filmin hâlâ kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ama en iyi iki arkadaşım gibi filme olan ölümsüz sevginizi her fırsatta ifade ederseniz, artık şevkinizi azaltmayacağıma da söz verebilirim.
Ben bu filmi izleyeli bir kaç yıl oldu. Şunu diyebilirim ki bu film insanın hayata bakışını derinden etkileyebilecek nadir filmlerden biri. Hele benim için en başlarda yer alıyor. Sevdiğimiz insanların değerini, yalnızlığın mutluluk getirmeyeceğini gösteren bir hikaye ve çok etkileyici.
ÜÇ DÜĞÜN(3 BODAS DE MAS)
ÜÇ DÜĞÜN(3 BODAS DE MAS)

Sualtı biyologu olan Ruth, çok kısa bir süre içinde 3 tane eski erkek
arkadaşının düğününe davet edilir. Bu düğünlerde hem eski defterleri
açacak, hem de yepyeni insanlarla tanışacak ve komik bir maceraya
atılacaktır.













Eğlenceli bir komedi güldürme garantisi var :)
KİRALIK AŞIK (FADING GIGOLO)
KİRALIK AŞIK (FADING GIGOLO)

Fioravante ve Murray dostlukları geçmişe dayanan iki eski arkadaştır.
Babasından kalan sahaf dükkanını kapatan Murray, ikisi de paraya sıkışık
olduğu için dostu Fioravante'ye ilginç bir teklifte bulunur. İyi para
karşılığında üst sınıf kadınları cinsel açıdan memnun etme, yani
jigololuk! Kadınlarla arası hep iyi olan Fioravante başta ahlaki
ikilemler yaşasa da, zamanla duruma alışır. Kurnaz Murray ise
arkadaşının menajeri olur, ikili kimliklerini gizleyip Virgil ve Dan
takma adları kullanmaya başlarlar. Fakat Murray, müşteri skalasını
Yahudi mahallesine doğru kaydırınca, işin rengi herkes açısından
değişecektir... Yönetmenliğini ve senaristliğini John Turturro’nun
yaptığı komedi filmin oyuncu kadrosunda Turturro’nun yanı sıra Woody
Allen, Sofía Vergara ve Sharon Stone gibi yıldızlar yer alıyor.










Woody Allen’ın olmayan bir Woody Allen filmi
Duygu Kocabaylıoğlu
Duygu Kocabaylıoğlu
İtalyan kökenli Amerikalı oyuncu, yönetmen, senarist ve yapımcı John Turturro yönetmen koltuğuna verdiği üç yıllık bir moladan sonra, seyircinin karşısına senaristliğini de üstlendiği Kiralık Aşık filmiyle çıkıyor. Üstelik koluna Woody Allen’ı
takmış biçimde! Bu hafta sessiz sedasız vizyona giren film ağırlıklı
olarak absürd komedinin sularında gezinse de seyirciye yer yer hüzünlü
anlar da yaşatıyor, perdedeki öykünün dramı dozunda.
Bir çiçekçide yarı zamanlı olarak çalışan aynı zamanda ‘tesisat’ işlerinden de anlayan Fioravante, eski bir sahaf işleten Murray’in eski ve yakın bir dostudur. Baştan aşağıya acayip bir adam olan Murray bir gün Fioravante’ye laf arasında, dünyanın en doğal şeyini söylüyormuşçasına, jigololuk yapmasını teklif eder; üstelik müşterileri de hazırdır. Tabii Murray’in de aklı – her ikisi de meteliğe kurşun atarken- havadan alacağı komisyondadır! Kadınların dilinden anlayan Fioravante, biraz zorlamada olsa Murray’in teklifini kabul eder ama para karşılığı yaşattığı cinsellik ahlaki olarak bir türlü içine sinmez…
Baştan aşağıya derli toplu bir senaryo ile yola çıkan film, absürt dili ve diyaloglarıyla esasında seksin hayatın en doğal ve vazgeçilmez yanlarından biri olduğu savının arkasında duruyor. Öyle ki bu pek çok Woody Allen filminin bize açık açık dillendirdiği gerçeklerden biridir. Canlandırdığı yarı-çatlak Murray karakteriyle başrol Fioravante’nin sakinliğini perçinleyen Woody Allen’ın, varlığı ile filmin çıtasını yükselttiği göz ardı edilemez. Zira filmin müzikleri, geçtiği şehir-mekan ile ilişkisi, hayatın sıradan akışına dair övgüsü ve ahlaki duruşu, filmin yönetmen ve senaristinden bihaber olan seyirci açısından tam da Woody Allen tarzını yansıtıyor; John Turturro filmi Allen için yapmış gibi duruyor. Ama bu rahatsız edici bir yanılsama değil. Bilakis ağır başlı John Turturro/Fioravante’ye sempatimizi perçinliyor.
Filmin taş bebekleri olarak Sofia Vergara ve Sharon Stone isimleri öne çıksa da Fransız oyuncu Vanessa Paradis, “Avigal” performansıyla fark yaratıyor. Filmin hüzünlü güzeli olan Avigal, katı ahlaki değerleri sorgulamaya iten bir rol. Bir kadının dipsiz bir yalnızlığa itilmiş olması mı daha önemlidir, yoksa dul saçlarının başka erkekler tarafından görünmemesi, tenine başka bir tenin değmemesi mi? Mekandan, zamandan soyutlayarak din temelli ahlaki kıskaçları önümüze sunan film, öte yakaya da üçlü bir seks gecesi geçirmeyi planlayan ‘yozlaşmış’ iki orta yaşlı kadının, aşk karşısında saygı duruşuna geçmesini koyuyor. Tam da, Yahudi kökenli olduğunu bildiğimiz Woody Allen tarzı bir denklem ama dediğimiz gibi golle gelen 3 puan, gönlümüze taht kuran Turturro’ya ait.
1980’lerde başladığı oyunculuk kariyerine Barton Fink, Köşe Başındakiler, Şike, Do The Right Thing, Nerdesin Be Birader?, Büyük Lebowski gibi pek çok kalburüstü film ve rol sığdırmış olan, zaman zaman kendisinin de oynadığı 5 filme kamera arkasında imza atan Turturro, Transformers serisi ile nihayet gişe hasılatlarından da faydalandığı bir döneme girmiş görünüyor. Kimilerinin damağında hala Aşk ve Sigara’nın tadı kalsa da, sonuç olarak bu hafta vizyona girenler arasında Kiralık Aşık, şans verilmesi gereken keyifli bir 90 dakika vaat ediyor.
Bir çiçekçide yarı zamanlı olarak çalışan aynı zamanda ‘tesisat’ işlerinden de anlayan Fioravante, eski bir sahaf işleten Murray’in eski ve yakın bir dostudur. Baştan aşağıya acayip bir adam olan Murray bir gün Fioravante’ye laf arasında, dünyanın en doğal şeyini söylüyormuşçasına, jigololuk yapmasını teklif eder; üstelik müşterileri de hazırdır. Tabii Murray’in de aklı – her ikisi de meteliğe kurşun atarken- havadan alacağı komisyondadır! Kadınların dilinden anlayan Fioravante, biraz zorlamada olsa Murray’in teklifini kabul eder ama para karşılığı yaşattığı cinsellik ahlaki olarak bir türlü içine sinmez…
Baştan aşağıya derli toplu bir senaryo ile yola çıkan film, absürt dili ve diyaloglarıyla esasında seksin hayatın en doğal ve vazgeçilmez yanlarından biri olduğu savının arkasında duruyor. Öyle ki bu pek çok Woody Allen filminin bize açık açık dillendirdiği gerçeklerden biridir. Canlandırdığı yarı-çatlak Murray karakteriyle başrol Fioravante’nin sakinliğini perçinleyen Woody Allen’ın, varlığı ile filmin çıtasını yükselttiği göz ardı edilemez. Zira filmin müzikleri, geçtiği şehir-mekan ile ilişkisi, hayatın sıradan akışına dair övgüsü ve ahlaki duruşu, filmin yönetmen ve senaristinden bihaber olan seyirci açısından tam da Woody Allen tarzını yansıtıyor; John Turturro filmi Allen için yapmış gibi duruyor. Ama bu rahatsız edici bir yanılsama değil. Bilakis ağır başlı John Turturro/Fioravante’ye sempatimizi perçinliyor.
Filmin taş bebekleri olarak Sofia Vergara ve Sharon Stone isimleri öne çıksa da Fransız oyuncu Vanessa Paradis, “Avigal” performansıyla fark yaratıyor. Filmin hüzünlü güzeli olan Avigal, katı ahlaki değerleri sorgulamaya iten bir rol. Bir kadının dipsiz bir yalnızlığa itilmiş olması mı daha önemlidir, yoksa dul saçlarının başka erkekler tarafından görünmemesi, tenine başka bir tenin değmemesi mi? Mekandan, zamandan soyutlayarak din temelli ahlaki kıskaçları önümüze sunan film, öte yakaya da üçlü bir seks gecesi geçirmeyi planlayan ‘yozlaşmış’ iki orta yaşlı kadının, aşk karşısında saygı duruşuna geçmesini koyuyor. Tam da, Yahudi kökenli olduğunu bildiğimiz Woody Allen tarzı bir denklem ama dediğimiz gibi golle gelen 3 puan, gönlümüze taht kuran Turturro’ya ait.
1980’lerde başladığı oyunculuk kariyerine Barton Fink, Köşe Başındakiler, Şike, Do The Right Thing, Nerdesin Be Birader?, Büyük Lebowski gibi pek çok kalburüstü film ve rol sığdırmış olan, zaman zaman kendisinin de oynadığı 5 filme kamera arkasında imza atan Turturro, Transformers serisi ile nihayet gişe hasılatlarından da faydalandığı bir döneme girmiş görünüyor. Kimilerinin damağında hala Aşk ve Sigara’nın tadı kalsa da, sonuç olarak bu hafta vizyona girenler arasında Kiralık Aşık, şans verilmesi gereken keyifli bir 90 dakika vaat ediyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)